Antakya Kültürünü Tanıtma Yaşatma ve Yardımlaşma Derneği (ANTAKYA) derneğinin organizasyonunda düzenlenen ‘Ortadoğu Söyleşisi’nde Ortadoğu araştırmacısı gazeteci Deniz Büstami ile haber sitesi yazarı Gülcan Havva Eraslan konuşmacı konuk olarak katıldıkları söyleşide Ortadoğu, Arap Rüzgarı ve Suriyeli sığınmacılar ve Türkiye’ye etkileri konusunda önemli bilgilendirmede bulunan gazeteciler, 2011 yılı sonrası Arap Baharı ve günümüz, Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde Ortadoğu’da kazanımları ve kaybettikleri, Libya, Suriye, Mısır, Tunus ve Ortadoğu ile geçmişten günümüze ilişkileri ve Türkiye’nin gelişen Ortadoğu olayları karşısındaki tavrı, Suriyeli sığınmacıların durumu, geleceği ve Türkiye üzerindeki demografik yapı ile ekonomik yapıdaki etkileri çeşitli yönleriyle ele alınarak katılımcılar bilgilendirildi.
30 Temmuz 2022 Cumartesi günü saat 18,00’de Şişli Belediyesine ait Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde düzenlenen söyleşiye dernek yönetimi, vatandaşlar ve basın mensuplar katıldılar.
HATAY DERNEKLER FEDERASYONU KATILMADI
Hatay Dernekler Federasyonu üyelerinden biri olan Antakya Kültürünü Tanıtma Yaşatma ve Yardımlaşma Derneği (ANTAKYA) tarafından düzenlenen günümüz ve geleceğin Türkiyesi için çok önemli görüş ve düşüncelerin paylaşıldığı bu söyleşiye Hatay Dernekler Federasyonu’nundan kimsenin katılmayışı dikkat çekerken eleştirilere neden oldu.
Federasyonun gücünü oluşturan derneklerin böylesine önemli etkinliklerine destek vermesi gerekirken ilgisiz kalışına anlam verilemedi.

SÖYLEŞİ, DERNEK BAŞKANI KARA’NIN AÇILIŞ KONUŞMASIYLA BAŞLADI
Antakya Derneği başkanı Ahmet Kara, açılış konuşmasını programa konuşmacı olarak katılan gazeteci Deniz Büstani ile Gülcan Havva Eraslan ile dernek üyeleri ile katılımlara teşekkür ederek başladı.
Kara, ülkemizde Suriyeli sorununun geldiği noktaya dikkat çekerek birçok konuda gerekli önlemlerin alınması gerektiğine işaret etti.

GÜLCAN HAVVA ERASLAN: GALİBA SURİYELİ’LER EV SAHİBİ, TÜRKLER SIĞINMACI
Türkiye, tarihinin en ağır yönetim ve ekonomik krizi ile boğuşurken ülkedeki geçici korunma ile barınan Suriyeli’ler de ülkede işimizden aşımıza, sağlıktan eğitime kadar her alanda paydaşımız oldukları gibi, gün geçtikçe ekonomik üstünlüğü de ele geçirmeye başlayan Suriyeli’lerin gitmek itmeyerek kalıcılaşmaya başladıklarını belirten Eraslan, konuyla ilgili görüş ve düşüncelerini şöyle aktardı:
Kamu yönetimi uzmanları ve ekonomistlere göre bunun onlarca sebebi ve sonucu var. Ekonomi, yönetim, hukuk, eğitim, sağlık, işsizlik gibi birçok alanda sayılar üzerinden illüzyon ile günü geçiriyoruz.
Ancak sebep ve sonuç ne olursa olsun dikkatimizi önemli bir sorun hâline gelen Suriyeli sığınmacılar meselesinden de çekmemeliyiz.
Suriyelilerin Türkiye’ye uyumu, entegrasyonu ve dolayısıyla kalıcılaştırılma çalışmalarına hız verilmiş durumda. 2011’de 252 kişilik kafile ile Türkiye’ye gelmeye başlayan Suriyeliler, 2014’te 1 milyon 510 bin kişiye, 6 Ocak 2021 itibarıyla da Göç İdaresi Genel Müdürlüğü resmî verisine göre 3 milyon 643 bin 769 kişiye ulaşmış durumda.
Türkiye nüfusunu göz önüne aldığımızda, küçük bir rakam gibi görünse de, on yılda nüfusumuzun yaklaşık %5’ine ulaşan bir topluluk oldu.
DOĞURGANLIK HIZI DEMOGRAFİK YAPI ÜZERİNDE ETKİLİ
Suriyeli sığınmacılar, Türkiye’de yılda ortalama 100 bin bebek dünyaya getiriyor.
Suriyeli kadınların Türkiye’deki doğurganlık oranları 5.3 seviyelerinde.
31 Mart 2020 tarihli TÜİK verisine göre, 2019 yılında Türkiye’nin toplam doğurganlık hızı ise 1.88. Bu oran doğurganlığın nüfusu yenileme oranı olan 2.1’in bile altında.
Suriyelilerin Türkiye’de yaş ortalaması 22.2 iken Türkiye’nin yaş ortalaması 32.4. Bu da Türkiye’nin nüfusunun hızla yaşlandığını, nüfusunu yenileyecek doğurganlık seviyesini kaybetmeye başladığını, iktidarın da Suriyeli nüfus ve doğurganlığı ile bunu gidermeyi benimsediğini göstermektedir.
Artık rakamlar da Türkiye’nin demografisinin sunî şekilde nasıl değiştirildiğini ve değiştirilmeye devam edeceğini gizlenemez şekilde ortaya koyuyor.
SURİYELİLER KALICILAŞTI MI?
2020 yılı Suriye için büyük oranda savaşın izlerinin silinip rahatlamanın başladığı bir yıl oldu. Suriye ile temas kurup insanlık onuruna halel getirmeden, Suriyelilerin vatanlarına huzur ve sükûn içinde dönmelerini sağlamak Türkiye’nin önceliği olmalıydı.
Buna rağmen iktidar, normalleşmeye başlayan Suriye ile temas kurmaktan ısrarla kaçınıyor. Suriyelilerin kalıcı hâle gelmeleri ve vatandaşlık hakkı almalarını yaratacak ortamı sağlayacak her türlü projeyi hayata geçiriyor da sorunu kökten ortadan kaldıracak adımı bir türlü atmıyor. İktidar, kendi ajandasına göre, Türk milletinin çağrısına kulak tıkıyor. Geçici koruma altında bulunan Suriyeliler de Türkiye’den artık birtakım taleplerde bulunmaya başlıyor.
Suriyeliler, Türkiye’de mülteci ya da göçmen statüsünde olmadıkları ve geçici koruma kapsamında misafir “sığınan” olmaları gereği vatandaşlık alamıyorlar. İktidar, buna istisnai vatandaşlık vermek sureti ile bir çözüm yolu bulmaya çalışsa da bu da sınırlı tutulmak zorunda kalmış. Tabi yasaların istisnai vatandaşlık kaidesini delmenin de bir sınırı olmalı.
DÖNMEK İSTEMİYORLAR
Sığınmacılar, büyük oranda normalleşen ve yeniden imar edilmeye başlayan vatanları Suriye’ye de dönmek istemiyorlar. Avrupa zaten almıyor, aldığı Suriyelileri de geri göndermenin yollarını arıyor. Bir daha göç eden kitlelere maruz kalmamak için Türkiye’nin Trakya’da Yunanistan ve Bulgaristan’la bulunan sınırına boydan boya beton duvarlar dikiyor. Böylece Türkiye âdeta açık bir göç kampına çevrilmiş durumda. İktidar da Suriye’ye dönmeleri için kapsamlı bir çözüm planı ortaya koymuyor.
Bu durum hem Türkiye için hem de sığınmacılar için artık sürüncemede bırakılacak aşamayı çoktan geçti.
SURİYELİLER ARTIK VATANDAŞLIK İSTİYOR
Burada doğuyor, büyüyor, ayni ve nakdi yardım alıyor, eğitim görüyor, meslek sahibi oluyor ve istihdama katılıyorlar. Sağlık, eğitim sosyal yardım gibi birçok alanda hizmete Türk vatandaşlarından daha kolay ve öncelikli ulaşıyorlar. Kendi gettolarını kuruyor, dernek ve STK’lerini oluşturuyor, kendi yaşam tarzlarına göre sosyal hayatı şekillendiriyorlar. Ve tüm bunları daha ileriye taşıyabilecekleri hakları talep eden beyanları, kamuoyunda ve uluslararası platformlarda dile getirilmeye başlandı.
Türkiye, Suriye’den göç etmiş insanların %56’sına sadece tek başına Türkiye’de bakıyor. Cumhurbaşkanı’nın ifadesine göre, 4,5 milyon kadarına da Suriye’de Türk milletinin bütçesinden her türlü giderleri karşılanmak suretiyle bakıyoruz. En fazla Suriyeli sığınmacının bulunduğu Lübnan, Ürdün, Almanya, Irak ve Mısır toplamda 2 milyon 538 bin Suriyeliye bakarken, Türkiye tek başına 3 milyon 643 bin (Erdoğan’ın ifadesiyle 4 milyon) Suriyeliye bakıyor. Türk milleti maddi ve manevi olarak artık bu yükü taşıyamıyor. Eğitimden sağlığa, güvenlikten istihdama ekonomisini sarsacak şekilde Türkiye, Suriyeliler için para harcıyor.
Sonuç olarak Suriyeliler, Türkiye’den kendilerine artık vatandaşlık vermesini istiyor. Vatandaşlık demek, Türk milletinin bir ferdi olup egemenliğine ortak olmak demektir. Çok kültürlü, çok dilli, çok halklı Türkiye denirken, Türk milleti yerine çok milletli Türkiye projesinde de denemeler hayata geçirilmek üzere.
AK Parti iktidarı Suriyelileri vatanlarına mı yollayacak, yoksa Türk vatandaşlığına alıp egemenliğe ortak mı edecek seçim sathı mailinde hep beraber göreceğiz.
SANKİ SURİYELİLER EV SAHİBİ, TÜRKLER SIĞINMACI
Suriyelilerin Türk milletinin aşına, işine, evine, yurduna ortak edilmesini Türk milletinin bünyesi kabul etmiyor. Halk, göçün yarattığı tüm sorunlar ile bir başına bırakılmış vaziyette. Sokağına çıkamıyor, metroda, otobüste, vapurda, parkta, denizinde Türk insanı tâciz ediliyor. Yetmiyor canına kastediliyor. Bu sorunu çözün, Suriyeliler vatanlarına dönsün dedikçe; “Biz bu işin finansmanını iyi yönettiğimiz sürece daha da göç alacağız (…) Avrupa bugün huzur icinde yaşıyorsa, Türkiye 4 milyon göçmene ev sahipliği yaptığı içindir.” gibi açıklamalar devletin “tek” yetkilisinden gelmeye devam ediyor.
GAZETECİ DENİZ BÜSTAMİ: SURİYELİ’LERİ GÖNDERMEZSEK TÜRKİYE SURİYE OLUR
Söyleşinin en önemli konuklarından biri olan Ortadoğu konusunda geniş bilgilere sahip gazeteci Deniz Büstami, Suriye‘nin 1517 yılında Osmanlı topraklarına katılmış, 24 Temmuz 1920 yılında Fransız mandası haline gelene kadar -yani tam 403 yıl- Osmanlı himayesinde kalmasından Arap Baharı’ına önemli bilgilendirmede bulunduktan sonra, Hatay Devletinin kuruluşu, Anavatan’a iltihakından bu yana Ortadoğu ve Suriye ilişkileriyle günümüzdeki Suriyeli’lerin geçici koruma statüsü ile Türkiye üzerindeki etkileriyle geleceği konusunda geniş bilgilendirmede bulundu.
Tüm çabaların Türkiye’nin güneyindeki 911 km.lik sınır boyunda arap nüfus azaltılarak PKK/PYD yerleştirilerek yörenin demografik yapısının değiştirilmeye çalışıldığı gibi fitne yaratma çabasının olduğunu belirten gazeteci Deniz Büsam, buralardaki oluşumlara karşı çıkılması gerektiğine dikkat çekerek bu oluşumlara ve fitneye karşı koymanın askerlik görevi gibi vatandaşlık görevi olduğunu belirtti.
Suriyeli’leri göndermezsek, Türkiye Suriye olur diyen Büsam, sözlerini şöyle sürdürdü:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Lozan’da çözemediği sorunlardan birisi Hatay meselesiydi.
Fransızlar, bölgeden çekilmek zorunda kaldıklarında, Lübnan’da yaptıkları gibi bölgenin her tarafında istikrarın önünde engel olabilecek “nifak tohumları” ekerek çekilme hedefindeydiler.
Bu tohumları Hatay’da da ekerek Suriye’nin batısında kalıcılaştırdığı “nifak tohumları”nı Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin ise güneyinde de kalıcılaştırmak istiyordu.
Fransa, Hatay bölgesinde Türkiye’den ayrı bir devletin alt yapısını oluşturarak, Anadolu’da da Lübnan’da olduğu gibi etnik ve mezhebi farklılıklara dayanan, çatışma iklimi yaratan, krizler ve kaosla anılan bir Anadolu yaratma çabası içindeydi.
Bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk, Suriye/Lübnan coğrafyasında oluşturulan -çatışma ve krizlere açık- parçalı yapının bir benzerinin Türk toprağı olan Hatay’da da yaratılmasının, orta ve uzun vadede Türkiye’ye olumsuz yansıyacağını gördü!
İşte bu sebeple, Türk toprağı olan Hatay’ın düşman elinde esir kalmaması için çok yönlü bir girişim başlattı.
Sonuçta Türk toprağı Hatay’ın düşman elinde esir kalması kabul edilemezdi.
Bu esaretin din ve ırk hassasiyetleri yaratılarak olması ise Türkiye Cumhuriyeti için öncelikli bir “bekâ” meselesiydi.
Bu süreçte Mustafa Kemal Atatürk her ne pahasına olursa olsun Hatay’ın anavatana katılması gerektiğini vurguluyor; “Hatay benim şahsi meselemdir” sözüyle de kararlılığını gösteriyordu.
Nihayet Hatay, Mustafa Kemal Atatürk’ün hazırladığı zemin ve gösterdiği kararlılık sayesinde 29 Haziran 1939 yılında anavatana katılmış, böylece Lübnan örneğinde olduğu gibi ilerde -etnik ve mezhebi olarak- oluşması muhtemel birçok sorunun önüne geçilmiş olundu.
Görüldüğü üzere Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yöneticilerimiz düşman kuvvetlerinin planlarını iyi analiz etmiş ve art niyetli projelerin ülkemizin içine sirayet etmesini engellemişlerdir.
Bugün aynı düşman kuvvetleri, “Arap Baharı” sürecinde yeniden bölgemize gelmiş bulunmaktalar.
Yüzyıl önce olduğu gibi bugün de geldikleri yerlere nifak tohumları ekmeye maalesef devam etmekteler.
Bir yandan Suriye’nin Kuzeyinde ayrılıkçı bir terör devleti kurmaya başlarken, diğer yandan Suriye’nin farklı bölgelerinde etnik ve mezhebi hassasiyetler yaratmayı bildiler.
Bu hassasiyetlerin ve ihtilafların yaratılmasında, yukarıda belirttiğimiz üzere Lübnan’daki sosyal durumun büyük katkısı olmuştur.
Bu hassasiyetlerin yaratılmasıyla bugün Suriye’nin bir “federasyon devleti” olması tartışılmaktadır.
Kurulmak istenen bu sözde federatif devlet yapısının, zayıf bir merkezi idare ile yönetilip, toplumun etnik ve mezhebi olarak bölünmesi planlanmaktadır.
Yani Suriye’nin güneyinde Dürzilere, sahil kesiminde Alevilere, Şam ve Halep gibi yerlerde Sünnilere, kuzeyinde ise Kürtlere yönelik özerk yapılar oluşturularak, Suriye’de istikrarlı bir istikrarsızlığın oluşturulması planlanmaktadır.
Burada sorulması gereken soru, 90 yıl önce böylesi bir bölünme sürecine müsaade etmemiş olan Türkiye Cumhuriyeti, bugün buna müsaade edecek midir?
Bugünün yöneticileri, böyle bir duruma göz yumacak olsalar bile, Türk Milleti bunu reddedecektir.
Türk Milleti’nin son dönemlerde Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerini talep etmesinin temel nedeni de, Türkiye ve Suriye’deki demografik yapıların -sosyal dokuların- bozulmaması, iki ülkenin ticari ve siyasi olarak tekrar normalleşerek bölgenin eskisi gibi canlılık kazanması içindir.
Ayrıca bazı odakların “sığınmacılar” üzerinden bir takım planlar yapmasının ve sığınmacılara karşı yükselen “karşıtlığın” nefrete dönüşmemesi için, Türk Milleti biran önce Suriye meselesinin çözülmesini istemektedir.
SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ DOĞRUDAN GÖRÜŞMELERLE MÜMKÜN
Suriye’nin tekrar toparlanması ve ulusal yapısını koruyabilmesi için, Türkiye’nin yeni ve aktif bir Suriye politikası belirlemesi gerekmektedir.
Bu yeni bölgesel politikada, Suriye Devleti ile birebir görüşme yetkisine sahip tüm siyasi/diplomatik ve ticari kanalların açılması zaruridir.
Suriye’de oluşturulmak istenen “ayrılıkçı federatif” yapıların da önüne geçebilmenin ilk şartı “doğrudan görüşmeler” ile mümkündür.
Bu olayların başından beri görüldüğü üzere, Suriye’deki sorunlar devam ettikçe, Türkiye’nin bölgesel ve küresel politikaları da bundan etkilenmektedir.
Suriye’deki istikrarsızlık ve bölünme ihtimali de Türkiye’yi tehdit edecek bir etkiye sahiptir.
Dolasıyla Suriye bugün Türkiye’nin bekâ sorunu ve milletimizin de “şahsi meselesi” haline gelmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün geçmişte -Anadolu’nun güneyden bölünmemesi- yönündeki öngörüsüne binaen, bugün de Suriye’nin kuzeyden bölünmemesi gerekmektedi.
15 Yılda bir nesil oluştuğunu ve Suriyeli’lerin de Türkiye’de neredeyse bir nesil oluşturacak sürede egemenliğimiz için tehlikeli boyutlara ulaştığına dikkat çeken Büsami, sonuç olarak Türkiye’yi gerek ekonomik, gerek demografik her alanda etkileyen Suriyeli’ler ülkelerine gönderilmesi gerektiğine işaret eden Büsami, “Göndermezsek, Türkiye Suriye olur.” dedi.
BAŞKAN KARA, SÖYLEŞİYİ TEŞEKKÜRLE BAŞLATTI, PLAKETLE BİTİRDİ
Derneğinin düzenlediği söyleşiyi konuşmacı gazetecilere ve katılımcılara teşekkürle başlayan başkan Ahmet Kara, yine söyleşiyi gerek konuşmacı gazetecilere ve gerekse katılımcılara teşekkür ederek konuşmacı gazetecilere plaket sunarak sonlandırırken şunları söyledi: Bu söyleşi programını gerçekleştiren Deniz Büstani Beyefendiye ve Gülcan Havva Eraslan Hanımefendiye ve aynı zamanda katılan kıymetli hemşehrimiz Hanımefendi ve Beyefendilere çok teşekkür ederiz. Hakikaten çok yönlü bakmanın ne kadar önemli bir değer olduğunu ortaya koydular. Bilgi birikimi ve Araştırma yaptığımız zaman ülkeler bazında ne kadar değerli bir ülkede yaşadığım. Devlet ve hükümet arasındaki sistematik bağın hukuk ilkelerine bağlı kalmanın kavramının önemini çok iyi bir şekilde örneklerle anlattılar. Bir ülkenin eğitim sistemin hayati önem taşıdığının altı bir kez daha çizildi. Mülteci ile Sığınmacı arasındaki farkını çok iyi bir şekilde anlatıldı. Çok keyif aldığımız ve Can kulağıyla dinlediğimiz bir söyleşi oldu. Soru cevap çok iyi oldu. Bir olursak tok oluruz, Bölünürsek yok oluruz. Bu etkinlikler daha bilinçli hareket etmek ve Sebeb Sonuç ilişkisini kurmak için özenle seçiyoruz. Katılım sağlamanız önemliydi.



